1 Nisan 2008 Salı

Yöresel Sözler

Anadolu’nun pek çok yöresinde olduğu gibi, bizim oraların da kimisi şiveli, kimisi yerel ifadeleri vardır. Ben bunlardan aklıma gelenleri yazmaya çalışacağım:

Bi kere özellikle “oğlu” ile biten isimlerin yuvarlanması sözkonusudur. Örneğin Çobanoğlu’larsan Ahmet demek için “çobanoğun Ahmet” denir. Bu tabii aynı zamanlarda birbirine benzeyen isimlere ait kişilerin kimlerden olduğunu belli eder. Eskiden soyadı kanunu yokken, her sülaleyi tanımlayan isimler varmış. Bu kullanım da oradan gelir. Örneğin: Çobanoğun, Mülazımın, Berberoğun gibi…

Tümay’ın çok sevdiği “Ekinle baaşlu sarardu” ifadesindeki “başlu” da tamamen, baştan aşağı anlamına gelir.

Çok sık anlatılan bir hikayede kullanılan “curu” da çok sulu, kıvamlı olmayan demektir.
“Sası” tatsız tuzsuz anlamındadır.

Annemin Nermin’e zorla öğrettiği “gırboğğ” ise kurbağa’nın kolay söylenişidir. Hani annem bişey anlatırken “gırboğğ” demiş, Nermin anlayamamış. “gırboğ ne anne” demiş. O da “işte bilmiyon mu gırboğğ’yu, hani zıplar” falan demiş. Derken Nermin “Haaaa, Kurbağa mı?” deyince, “Tamam işte, gırboğğ” demiş.

Dedem bana hep sorardı, bilmiyorum zannederek: “Sen Gumpir’i biliyon mu? Sen Kelem’i biliyon mu?” diye. Gumpir, orjinali Kum-piri olan Patatestir. Kelem ise Lahana.

Avloğ: Bahçe veya tarlaların etrafına dikenli çalılarla yapılan çit. “Avloğya diken kesmeye gidiyorum.”
Aydaş: Çok cılız, eneze, hastalanacak kadar zayıf, bir deri bir kemik olan kimse. “Şu haline bak! Aydaşın çıkmış” (Annemin Mustafa için çokça kullandığı bir sözcüktü eskiden)
Banak: Lokma, Yufka ekmeğin dürülere yenebilecek kadar olan parçası
Bıdımık (Bıdımıcık): Azdan daha az, çok ufak veya küçük .“Ekmeğin kenarından bıdımık ısırmış.” Yine annemin Baki abimi Zerrin’in zayıflatma çabalarına karşı söylediği söz.
Bizehem (Bizeğem): Çok az, çok küçük miktarda. “Bizehem düşün”
Calay: Konuşma sorunu olmadığı halde kulağı duymaması sebebiyle konuşamayan kimse .“Konuşsana be adam! Calay mısın?”
Cazu: Terbiyesiz, her zaman bencil ve ne pahasına olursa olsun haklı olmak için çabalayan kadın. “Cazuluk yapma”
Dasdingil: Gideceği yere gerekli hazırlığı yapmadan giden kimse. “Otele dasdingil gelmişim. Yanımda ne pijamalarım, ne de param var.” “Dasdingil pikniğe gitmişiz. Aç kaldık.”
Gapcuk (Kapcık) : 1) Mısırın bitkisinin dışındaki kabuk. “Mısırı kapcuklarından çıkarıp, birbirine bağladılar.” 2) İnsanları aşağılamak için kullanılan bir hakaret sözü. “Gapcukluk yaptı gene. Sinirlerim bozuldu.”
Gavşamak: Gevşemek “Sandalyenin ayakalrı iyice gavşadı”
Gı : “Kız” kelimesinin kısaltılmış şeklidir, “Be” ünlemine yakın bir anlam ifade eder. “Öyle değil mi gı?”
Gölbez : Köpek yavrusu. “Gölbez gibi bağırdı durdu, susturamadık.”
Hapaz: Bir avuç dolusu. “Cebime hapaz hapaz leblebi koydu.”
Hortlu : Küçük ve bakıma muhtaçken annesi ve babası ölen çocuk. “Ha onlar mı? Daha beş günlük iken bir trafik kazasında hortlu kalmışlar.”
Gadunum : Beğenilen ve hoşa giden şeyler için kullanılan bir ünlemdir. “Oh gadunum! Ayranda bu sıcağa iyi gitti.”
Kavurga (Gavurga): Mısırın ateşte patlamış hali
Kazık (Gazuk) olmak : Hiçbir yere yakışmayan, hep ortada kalan için kullanılır. “O mu? Bırak! Hiçbir işe yaramaz kazığın (Gazuğun) tekidir.”
Kelik : Tarlaların kenarlarına tarlayı beklemek veya çalıştıktan sonra dinlenmek için ahşap malzeme kullanılarak yerden yüksek olarak inşa edilen kullanılışına göre bazen üç tarafı da kapalı, bazen sadece çatısı kapalı olarak yapılan baraka.
Kiren : Kızılcık ağacı ve meyvası.
Kömüş : Camız , Manda
Mada : İştah, yeme isteği. “Lütfen üsteleme, madam almıyor.”
Oklağaç : Oklava
Serit: Sırık kebabı yapılırken pişen etten toplanan yağ.
Süyen : Bahçe veya tarlaların etrafına çakılan sivri kazık.
Şilepe : Yemiş ve tatlıların bıraktıkları yapışkansı leke . “Ellerin şilepe olmuş, bir yere dokunman onları yıkayalım.”
Varivi : Yürü git anlamında bir kelime. “Varivi. Varivi. İşini gör de gel.”
Yaslağaç : Üzerin de hamur açılan dört ayaklı, yuvarlak yassı tahta, Yastığaç.
Yazım ekmeği : Pişirilen yufkaların kuru olarak muhafaza edilmesi ve tüketileceği zaman ıslanarak yemeğe hazırlanması şeklinde kullanılan ekmek.
Yeğnişek : Oldukça hafif, yeğin. “Bu çuval yeğnişek. Çocuk bile taşır.”
Yişek (Yeğnişek, yiğnişek): Hafif “Oğlum sen de amma yiğnişeksin.”
Yoka : Sığ, derin olmayan. “Suya baktım su çok yokaydı”
Hapaz: Bir avuç dolusu. “Cebime hapaz hapaz leblebi koydu.”
Goğuz (koğuz) bırakmak: Aralık bırakmak
Gebertlek: Yarı kurumuş taneli fasulye
Madası almak/almamak: İştahı olmak/olmamak, “Bugünlerde hiçbişey madam almıyo.”
Gavsası daralmak: Canı sıkılmak, “Zaten gavsam daralmış…”
Midare etmek : Birine ihtiyaç duymak, yardım istemek. “Ne midare edeceğim o adama?”
Gıdırım olmak: Sinir olmak
Kaynak: Boyabat Gazetesi

Köyümüz


Bizim köy Sinop’un Boyabat ilçesine bağlı Cumakayalı Mahallesine dahil 4 köyden biridir. Yakın dönemde Saraydüzü köyü ilçe yapılıp, bizim köy buraya bağlandı ama bu hala kimsenin alışamadığı bir durumdur. Köyümüzün resmi adı Cumakayalı olmakla birlikte, Gürlen Köyü olarak bilinir. Diğer 3 köy ise Söğütlü Köy olarak bilinen, bizim köyde “Öteğeçe” (ötegeçe’nin yumuşatılmışı, genelde yumuşak g’li yuvarlamalar bizim oralarda yaygındır.) olarak anılan derenin öbür tarafındaki köy (ki o köyde de bizim köy öteğeçe olarak anılır) ile biraz daha uzakta bulunan kayalıköy ve dimbiloğ köyüdür.

Bizim köyü emekli bir subayın (Mülazımın Mustafa, Mülazım Osmanlı’da teğmen’e verilen ad diye biliyorum) kurduğu söylenir(*). Osmanlı döneminde ailesiyle gelip buraya yerleşmiş. Sonraları bir şekilde çevresine yerleşen başka kişiler olmuştur. Örneğin Erzurum’dan geldikleri söylenen Karakurt’lar, berberlik yapan yapan berberoğlu’lar. Benim bu köydeki atamın da annesiyle kastamonu Bozarmut bölgesinden geldiği, çobanlık yaptığı ve Mülazimin kızıyla evlendiği söylenir(*).

Zaten bu şekilde kız alıp vermeler günümüze kadar devam etmiştir. Zaman içerisinde çok zengin olup, çok büyük hayvan sürüleri olduğu söylenir. Rivayet olunur ki, Çobanoğlu’nun (Çobanoğun diye yuvarlanır) sürüsü dereye indimi, aşağılara su inmezmiş.Hatta annem diyor ki bir sabah kalktıklarında ahırda 18 tane buzağı dünyaya geldiğini görmüşler. Düşünün ineklerin sayısın hayal edin. Zamanla bir sürü sebepten, geriye pek bişey kalmadığı anlaşılıyor. Birtek bizim eski ambarın altına gömülü olduğu rivayet edilen altından bahsedilir. Onu da bulabilen olmadı… (*)

Bu hayali servetin en büyük tüketicilerinden birinin de Ahmet Dede’min kardeşi Rahmetli Hüseyin Emmimmiş(*). Hayatı boyunca yaptığı şeyler, pehlivanlık, hoşuna giden kızlarla evlenmek veya onları kaçırmak, kumar oynamak şeklinde anlatılır. Hatta işlemediği söylenen ama bir şekilde üstüne kalan, daha doğrusu 2 kişi üzerinde kalan ve cezası 2’si arasında paylaşılan bir cinayet dahil olmak üzere, kız kaçırmak gibi nedenlerden de hapiste yatmış. Özetlemek gerekirse hayatı boyunca bu serveti harcamak dışında pek birşey yapmamış. Rahmetli Ahmet Dedem ona bakmış, kollamış yıllarca. Ama Hüseyin Emmim çok eğlenceli bir insandı. Ben 9 yaşındayken öldüğü için pek göremesem de diğer büyükler, doğaçlama deyişleri , türkü dinlemeyi sevmesi, şakacılığı gibi özelliklerinden dolayı sevgiyle anar onu.

Bir dönem (sanırım 1915-1930’lu yılların sonlarına denk geliyor) yerleri değiştirilen ve bizim köye yerleşen Ermeniler, herkesin bir çeşit kahyası, işçisi gibi yaşamışlar. İşte onlardan birisi öldürülmüş, Hüseyin Emmim de bu nedenle hapiste yatmış zate. Sonra bundan korkan Ermeniler göçmüşler köyden. Kimbilir nereye gittiler(*).

1950’li yıllardan itibaren, gerek nüfusun artışı ve tarımın yetersiz kalması ve diğer sosyal nedenlerden büyük şehirlere göç başlamış. Biz de 1968’de göçmüşüz Ankara’ya. Zaten sadece 20 haneden oluşan köyümüz kısa sürede boşalmış. Köyü terkedemeyen 1-2 aile dışında pek kimse kalmamış. Yakın zamanda ilk göçen kuşağın yaşlanıp geri dönmesiyle tekrar bir hareketlenme olmuştur. Ancak bu kuşak yok olduktan sonrası ne olur bilemiyorum.

Dolayısı ile

  • o derelerinde güreşilen,
  • tepelerinde inek güdülen,
  • ceviz ağaçlarından ceviz toplanan,
  • harman yerlerinde harman sürülen,
  • kurban bayramlarında kebaplar çevrilen, mezarlıklarında yemek yenen,
  • sonbaharda geceleri fener ve lambalar eşliğinde mısırlar soyulan,
  • sabahın erken saatlerinde yayıklar sırtlarında dereden su çeken kadınlar,
  • o gıcırtılı kağnı seslerinin ovada yayıldığı,
  • tarladan tarlaya yapılan konuşmaların herkes tarafından dinlendiği,
  • köyün ortasında babamın çayı höpürterek içmesi,
  • gürlen köylülerin biraraya gelip, aralarına aldıkları bir garibanı “sakız gibi gevmesi”,
  • Çitlembik ağaçlarına tırmanmak,
  • kavak ağaçlarının rüzgardaki hışırtıları yavaş yavaş bitecek,

hatta çoğu bitti bile. Bizden sonrakiler nereye köklenip kendilerini oraya ait hissedebilecekler bilmiyorum. Ama herkesin böyle bir köyü olmalı, böyle bir köyde çocukluk yaşamalılar diye düşünüyorum. Ben ucundan yakaladım bunu, şanslıymışım…

Köyümüzün güzel fotoğraflarını kısa zamanda bulup yayınlayacağım.
(*) işaretli konularda daha sonra yazı yazmak istiyorum.

Meliha Halam

Biz ailece Ankaraya göç ettikten sonraki ilk yıllarımızda köye her yıl giderdik gibi hatırlıyorum. Küçük olduğum için çok iyi hatırlamamakla birlikte, gözümün önüne bölük pörçük gelen anılar yazın büyük bölümünü köyde geçirdiğimizi gösteriyor. Dolayısı ile bizim için köy 2. Bir hayat gibi devam ediyordu. Köydeki evimize en yakın komşularımız Haydar (Öztürk) Dayım, Şükrü (Berberoğlu) ve Meliha halamın eviydi. Meliha Halamın evi bizim evin kaldırım adını verdiğimiz, gömme balkon benzeri bölümüne en yakın evdi.

Meliha Halam, Hüseyin Emmimin 2. Karısı olan ve genç yaşta ölen Satı’nın 1. Çocuğudur. Diğer komşumuz Haydar Dayının kardeşi Ahmet Hafızla evliydi. Dikkat ederseniz o evi Ahmet Hafız’ın değil Meliha Halamın evi olarak söylüyorum çünkü Ahmet Hafızı pek sık görmezdim.

Hatırladığım şey, Meliha Halam’ın genelde yalnız olduğu, zaman zaman Ahmet Hafız’ın eve geldiği idi. Bir de abimlerle yaşıt bir oğlu vardı: Latif. Ama ben onu büyüyene kadar hep “Latifoğo” olarak bildim. Sonradan öğrendim ki, Öztürk ailesinin bizim köyün kurucusu olan Mülazım , yani yüzbaşı rütbeli atalarının adı Latif’miş ve bu aile Latifoğulları olarak da anılırmış. Latif’e de her ne hikmetse bu ifadenin bizim oralarda yuvarlanarak söylenen şekli olan Latifoğo diye seslenilirdi.

İşte ben o küçük halimle hiç anlamazdım o ailenin ilişkilerini. Hatta aslında Meliha Halam’ın akrabalık ilişkimi bile sonraları öğrendim. O zamanlar benim için Meliha Halam, annemle sık sık biraraya gelip sohbet eden, sık sık yaşlı gözlerle gördüğüm yalnız bir kadındı. İşte bu sık görüşmeler nedeniyle, ben de Meliha Halamı sık sık görürdüm o zamanlar. Beni çok severdi gibi hatırlıyorum. Biz geçici olarak köyde olduğumuz için tavuğumuz olmazdı. Meliha halam bana yumurta falan verirdi, çok sevinirdim.

Meliha halamın aslında güleç bir yüzü vardı. Hafif yuvarlak ve dolgun bir yüzdü bu diye hatırlarım. Sanıyorum Zahide ablama da benzetirdim kendisini (Ne yazıkki bir fotoğrafı yok elimde. Elinde olan birisi gönderirse çok sevinirim). Bir şekilde kendisini çok severdim diye hatırlıyorum. Bu nedenle de, yıllar sonra aile bireylerini düşününce, aklıma en çok yer edenlerden birisinin Meliha Halam oldu.

Sonraları aklım erince gerçek hikayeyi öğrendim. Detaylarını bilmem ama eskiden çok yaygın olan ikinci evlilik hikayesi vardı. Resmi nikah yapılmadan yapılan evliliklerin, kimi zaman erkeklerin keyfinden (Hüseyin Emmim gibi), kimi zaman da çocuk sebebiyle (Ahmet Dedem gibi) böyle çoklu evlilikler olurmuş.

Ama o cenerasyonda bu pek yaygın değildi. Sanıyorum Ahmet Hafız, Bir şekilde Sinop’ta bulunduğu sıralarda beğendiği biri ile resmi nikah yapmış ve onu Boyabat’a yerleştirmişti, “Sinoplu” diye anılırdı hep. Meliha Halam köyde, Ahmet Hafızın köye geldiği zamanları iple çekerdi herhalde. Ahmet Hafız bu iki ev arasında mekik dokurdu.

Ahmet Hafız’ın Sinoplu’dan sanıyorum 3 çocuğu olmuştu. Melek Halam’ın bitişiğinde otururlardı. Ben de sık sık görürdüm onları. Hatta Sinopluyu da Meliha Halam’a benzetirdim biraz tip olarak.
Latifoğo ise, sanıyorum Meliha halamdan uzaklarda okudu genelde. Dolayısı ile Meliha halam sonraları daha çok yalnız kaldı. Latifoğo’nun sonraları İstanbul’da gazetecilikle uğraştığını duyardım, hatta galiba bir kez görüştüm de.

Latifoğo’da gerek annesinin durumu, gerekse kendi durumu nedeniyle, ailesine bir küskünlük olduğunu sanıyorum. Bunlar onun ailesenden kopmasına neden oldu diye bilirim. Hala da hiç bilmem, duymam ne yapar, nerelerde yaşar.

Ben büyüdükçe, nedense Meliha Halamı daha az görüyordum. Hatta kanser olduğu ve tedavi olmak için Ankara’ya geldiğini, Onkoloji hastanesinde yattığını ve babamlarla onu ziyaret ettiğimi hatırlıyorum.

Ama nedense o ziyaretten aklımda hiç birşey kalmamış. Benim aklımda Meliha Halam hep o köydeki evimizin karşısındaki hüzünlü ama güleç yüzlü Meliha halam olarak kalmıştır. O, benim gözümde, feodal düzenin en belirgin kurbanları olan kadınların bir simgesi olarak durur. Ve bana küçükken gösterdiği ilgi ve sevginin karşılığını ona yeterince ödeyemediğimi düşünürüm.

Şu ana kadar hiç düşünmemiştim ama resmen evlenmediğine göre sanıyorum öldüğünde soyadı Çobanoğlu olsa gerek. Yani Çobanoğlu kızlarının içinde, öldüğünde soyadı hala Çobanoğlu olan tek kız odur herhalde.

Onun bu şekilde yaşamasına bütün bir ailenin, köyün göz yumması, bunu görmemezlikten gelmesi, Ahmet Hafıza herhengi bir yaptırım uygulanmaması, bunu ilk öğrendiğim zamanlar çok garibime gitmişti. Hiç sormadım ama mesela babamın Ahmet Hafızla görüşmesi, arkadaşlık etmesi, Melek halamın Sinopluya komşuluk etmesi (ki Meliha halam onun kardeşi olur) beni sinirlendirirdi, bunu anlayamazdım.

Şimdilerde, topumsal psikoloji konusunda edindiğim bilgi ve deneyim, en azından insanların bu davranışlarını anlamamı sağladı ama kalbim hala bunu kabullenemez. Nazım’ın “Şeyh Bedreddin Destanında” dediği gibi:
” …
Tarihsel,
sosyal,
eknomik şartların
zaruri bir neticesi bu,
deme,
bilirim
O dediğin nesnenin önünde
kafamla eğilirim
Ama bu yürek,
O bu dilden anlamaz pek,
O hey gidi kahpe felek heyyyyy
Hey gidi kahpe devran heyyyy der
…..”

Benimle ilgisi hiç yok belki ama ailemizden bir kadının böyle bir hayatı yaşamaya mahkum edilmesinden; ne evliliğini, ne analığını ne de bir aile hayatını tam olarak yaşayamamasından kendime bir pay çıkarırım. İyi ve güzel miraslar gibi bu kötü mirası da ister istemez içimde hissederim.

Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın. Sana borcumu öte dünyada öderim artık Meliha Hala.

Yeğenim Çağla:
4 5 yaşlarındaymışım. Çok net hatırlamasam da sonraları defalarca rivayet olunduğu üzre bir gün ben yemek yerken ”kız Çağla yemeğinden yesem ya biraz” demiş Meliha teyzem. (Babannem Melek Arı’nın kızdardeşi)Yemeğimin elimden gideceği korkusuyla ‘’sana ekmek dok (yok)” deyivermişim :(( Sonraları aklım erdikçe kulağıma çalınan hikayesi ile bu sözüm birleşince içim bir buruk olur..İyilerin kısmeti gökte kötülerin kısmeti ise dizinin dibinde olurmuş derdi babannem ne kadar da Meliha teyzem için söylenmiş bir söz.. Sevgimi, ekmeğimi paylaşmayarak göstermiş olsamda gözlerinin içi gülen, Boyabattaki bahçemizin duvarında oturup bizimkilerle sohbet eden, hastalığının son demlerinde ziyaretine gittiğimiz ve herşeye rağmen yinede gülen o kadını hiç unutamam..

Nur içinde yatsın.

Baki Abim
Çocuklukla ilgili hatırladığım ilk şeyler bizim sofada oturup annemin verdiği kömüş yoğurduyla ekşiyi karıştırıp yediğim ve her defasında Meliha halamın aşağıdan yukarı ya da evinin abdestliğinden doğru bizi görüp ” ne yiyon bagiiii” diye bağırması, benim de “yoğurtla ekşi yiyorum, başka bir şey mi var ki” dememdi. Bu konuşma onun çok hoşuna giderdi ve hergün tekrarlardık bu muhabbeti. O da çok gülerdi buna. Bazen oğlu Ladifoğ da bize gelir bazen biz ona gider arkadaşlık yapardık. Yani aslına bakarsan hatırladığım ilk arkadaşım ladifoğ idi.

Tabiki daha sonra akranlarım olan Yaşar amcamın Hüseyin, Haydar amca nın Hüseyin, Celil, Şefik, Asım ile arkadaşlık yaptık ama ilk önce ladifoğ idi. Nedendir bilinmez biz Ankara ya geldikten sonra yani 9 yaşımdan sonra Ladifoğla ilgili hiç bir anım yoktur. Nerdeyse hiç görüşmedim. Aslında biraderler başta benden başka herkes bir şekilde İstanbul da onu gördü ama ben görmedim.

Her neyse Meliha Hala acaip güzel, güleç yüzlü ve çok espirili bir insandı. Çok severdim kendisini.Sanıyorum Yaşar Amcama Saime yengemi istediklerinde, öyleyse Meliha’yıda biz Ahmet Hafız’a alalım demişler Annemin ve halamın değiş tokuşu gibi takas olmuş yani. Sonra üstüne kuma gelmesi, yalnızlığı, hastalığı ile gerçekten kötü bir kader.

Ben Sürmene ya da Muğlada iken kansere yakalanmış, Ankara da tedavi olduğunu bile şimdi bu blog tan öğrendim. Bir İstanbul ziyaretimizde belki de Mustafa nın düğünü için gittiğimizde olabilir, İstanbul daki bir akrabamızın evinde yatıyorken gördüm onu. Durumu ağırlaşmıştı ve yapılacak bir şey kalmamıştı. Hatırladığım kadarıyla Mehmet Amcam aldı götürdü bizi yanına. Bir çeşit vedalaşmaydı, bunu kendisi dahil herkes biliyordu.

Bu ne çaresizliktir yarabbi, hastalık amansızdı yapacak bir şey yoktu ama, annesiz büyümek, sormadan evlendirilmek, üstüne kuma getirilmek, yalnız başına evlerde yaşamakta mı kaderdi.Ben inanıyorum ki başta babam, Mehmet Amcam , Yaşar amcam,Hasan, Nazım, Dedem, Hüseyin Amcam herkes ama herkes bu acılı yaşamın oluşmasında ve sürdürülmesinde sorumlulukları vardı ve görevlerini yapmamışlardı. Bunun ızdırabını ben onlarında fazlasıyla yaşadıklarını ve utandıklarını düşünmüşümdür.Haklısın Ahmet sanki o ızdırabı, o ayıbı bende taşıyorum. Halbuki biz küçücük çocuktuk ne yapabilirdik ki.

Ahmet Hafız resmi nikah kıymamış, soyadı Çobanoğlu dur diyorsun. Ahmet’ciğim maalesef soyadı Çobanoğlu bile değilmiş. Çünkü nüfusa kaydı yokmuş. İstanbul da vefat edince defin için müracat etmiş oğlu Ladifoğ, orada anlaşılmış ki nüfusa kayıtlı bile değil, defin için izin alınamamış. Sonunda bir sürü zorluklardan sonra defin yapılabilmiş, herkes bir kere daha kahretmiş onun kaderine.

Evet, eğer ailemizin her türlü mirasını devramış isek, maalesef, sana “hakkını helal et” demeye bile hakkımız yok Meliha hala. Bizimde sana helal edecek hakkımız olmamış zaten. Mekanın cennet olur inşallah.


Valla abicim sen söyleyince aklıma geldi bu Nüfüs kağıdı hikayesi. Bunu daha önce de duymuştum. Bu gerçekten de, bugünkü koşullarda inanılmaz bir hikaye.

Latifoğ’un da bu sebepten yıllar sonra Sinoplu gelin üstüne kaydedildiğini hatırladım şimdi.
Ben dediğim gibi küçük olmama rağmen, üzerinde düşününce hep hüzünlenmişimdir Meliha Halamın durumuna, kendimi suçlu hissetmeme neden olmuştur.

Bi fotoğrafı olaydı bari.
Ne diyim, nur içinde yatsın.

Yeğenim Zeynep:
annem geldide yanıma meliha halayı okuyordum, dur anlatayım dedi .annemden dinlemek beni daha çok etkiledi. karşılıklı ağlaştık annemle .gerçekten çok üzücü kumasıyla tarlada dayak yiyerek çalıştırlmasından tut öldüğünde nüfus kağıdının olmadığının öğrenilmesine kadar çok trajik bir hayat öyküsü.akşamları hemen hemen her gün meliha hala ağlarmış latifoğ çok zeki bir çocukmuş annem çok akıllıydı diyor.annesi ağladığı için o da dizine yatar ağlarmış.babasının yaptığı tek ii şey latifoğyu okutmaktı dedi annem.sonradanda ahmet hafız çok zengin olmuş ve meliha halanın son günlerinde çok iyi bakmış bakıclar tutmuş hakkını helal etmesi için .ettimi anne dedim o çok farklıydı etmiştir herhalde dedi.(annem hala ağlıyor)gömüldüğünde latifoğ annesinin nufus kağıdının olmadığını öğrendiğinde çok üzülmüş zaten sen hiç yaşamamışsınki anneciğim demiş bu durumdan babasını sorumlu tutmuş ama ne fayda ….şimdi ne kadar şanslı herkes diye düşünüyorum ne kadar zor şartlar şimdi hangimiz dayanabilirizki böyle bir hayata. insan yaşadıklarının kıymetini bilip haline şükretmeli herkesin yaşarken kıymetini bilmeli DAYICIM SENİ ÇOK SEVİYORUM KÜÇÜK TATLI DAYIM MUCCCCKKKK!!!!

Osman Karakurt:
Meliha teyze ile ilgili benim hatırladığım onu ilk ve son gördüğüm İstanbul ziyaretimiz aklıma geldi.Mehmet dayım hasta yatıyordu ve annemle onu ziyaretegelmiştik.

Annemin hem amca kızı hem teyze kızı,hemdeçocukluk arkadaşı olurmuş Meliha teyze.Çok hasta olduğunu öğrenmiştik annem gelmişken onuda görelim ölümlü dünya ne olur ne olmaz demişti. Sanıyorum Bağcılarda bir evde kalıyordu, bizi Nazım abimin Ahmet getirmişti o eve; benim çok küçüklüğümü bildiği için beni görünce tanıyamadı tabiki. Annemle sarılıp bir hayli ağladıklarını hatırlıyorum.Sonra beni ve ahmedide öptü ,yerinde hafifçe doğrularak oturmaya çalıştı.

Biz bir ara kapının önüne çıkmıştık ahmetle, o arada Meliha teyzenin canı karpuz istemiş,aylardan şubat veya mart ayı sanırım,bize hadi bir karpuz alın gelin dediler. Ahmetle sanırım sabah 11 gibi çıktık bağcılardan ve yürüye yürüye girmediğimiz manav kalmadı (o zamanlar bu kadar süpermarket yoktu) yakın semtlerde ama maalesef kimsede karpuz yok.

En sonunda manavın birisi bize lüks semtlerden birinde bulabileceğimizi söyledi.Biz ahmetle ikimiz o gün uzun uğraşlardan sonra karpuzu bulduk. Akşam üzeri saat dört gibi getirdik ama Meliha teyze iki üç parça ya aldı ,ya almadı karpuzdan; yatağına uzandı çok bitkin ve halsiz görünüyordu.

Benim Meliha teyzeyi son görüşüm o oldu zaten ,döndükden bir süre sonra ölüm haberi geldi.Ben duyduğumda çok üzülmüştüm vede karpuzu hatırlayarak onun son arzularından birini yerine getirdiğim içinde tebessüm etmiştim.
Nur içinde yatsın ……

Melek Halam

Özellikle köye ilişkin anılarımı anlatırken mutlaka Melek Halam’a gelir sıra. Bu nedenle aslında akrabalık olarak daha yakınları olmasına rağmen Melek Halam’dan bahsetmezsem olmaz.
Melek Halam, Babamın (ve aynı zamanda kendisinin de) dayı oğlu olan Ahmet Arı (Boyabat İtfaiyesinden emekli olduğu için itfaiyeci diye bilinir) ile evlenmiş. Babamdan sanırım 5-6 yaş büyüktü.

Ben kendimi bildim bileli, her Boyabat’a gidişimiz aslında Melek Halam’a da gidişimiz sayılırdı. Mutlaka ona uğrar, genellikle orada kalırdık. Musine Halam da vardı Boyabat’da ama biz Melek Halam’da kalırdık genellikle. Evinin çok düzayak oluşu ama daha çok da misafirperverliği ve özellikle babamı çok sevmesi de bunda etkendi sanırım.

Önceleri ben Melek Halam’ı gerçek halam zannederdim. Birgün Hasan’la (Yaşar amcamın küçük oğlu) bu konuda iddialaştık. İkimiz de Melek Halamın kendisinin halası olduğunu söylüyordu. Sorunca anladık ki aslında Hasan’ın gerçek halası, benimse babamın amcasının kızı imiş.Yine bu birşeyi değiştirmedi.

Melek halam çok becerikli, çok dobra, çok iyi bir insandı. Ailenin gerçek reisi oydu. Her konuda mutlaka belirleyici olmaya çalışırdı. Ahmet Dayı (Enişte) rahat bir insandı. Sanırım Melek Halam’ın bu karakteri, Ahmet Dayı’nın da karakteri ile birbirini tamamlardı.

Kocaman bir bahçesi vardı. Her türlü ağacın, sebzenin olduğu bir yerdi. Hatta inek bile beslerdi. Evin önündeki masa ve banklarda her zaman birileri otururdu. Her zaman gölgelik ve serindi. Oraya gelmek benim için tarif edilmez bir mutluluktu. Öyle sanıyorum ki, sadece bizim değil, pek çok kişinin de mutlaka uğradığı ve kaldığı bir evdi o ev.

Torunları Sevgi ve Sevim’le oynardım oraya gittiğimde. Onlar benden küçüktü. Önceleri bilmezdim, sonra öğrendim ki babaları (Hasan) genç yaşta vefat etmişti bir kazada. Anneleri ise İstanbul’da idi. Hiç evlenmemişti ama sanıyorum Melek Halam’ın da isteğiyle çocukları Melek Halam’a bırakmıştı.

Genelde sert bir mizacı vardı. Tok ve otoriter bir sesi bu mizacını destekliyordu. Ondan aslında korkardım. Çocuk olduğum için, istemeden de olsa mutlaka yaramazlık yapar, sonra paparayı yerdim ama hiç gocunmazdım çünkü çok samimiydi. Aklına geleni söylerdi. Birgün benim için de son çocuk, tekne kazıntısı falan derken “Takoz” lakabını yakıştırıverdi, sonra da adım takoz kaldı onun dilinde.

Babamı da çok severdi. Babam sülalede herkes tarafından çok sevilen biriydi. Melek Halam da babamı belki de kardeşlerinden çok severdi. Ona, “a” sını uzatmadan, “ı” sını uzatarak ”hafız” diye seslenirdi hep.

Bizim köylerde adet olan bol şalvarı ayağında, sürekli bahçede, evde koştururdu. Mutlaka yiyecek birşeyleri olurdu. Dizleri ağrırdı ama koşturmadan duramazdı.Bana öyle geliyor ki, torunları evlendikten, Ahmet Dayım da öldükten sonra hayata tutunacak bişeyi kalmadı. Mücadele ederek yaşayan, yaşama gücünü mücadele etmekten, çalışmaktan alan insanlardandı.
Her zaman hatıralarımda, o güzel evin güzel bahçesinde, o şalvarı içinde koşturan, tok sesli, dobra ve şişman Melek Halam olarak kalacak. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın.

Baki Abim’in yorumları:
Melek Halam bana da bagi diye seslenirdi. Biz köydeyken bizim köy ile kent arasındaki köprümüz, sığınağımız olmuştu onun evi. Daha sonra da Ankara dan köye giderken ki sığınağımız. Çünkü Ankara dan akşam saat 9:00 da hareket eden boyabat otobüsü gece saat 03:00 de inerdi şehire. Onları rahatsız edeceğimizi bile bile çalardık kapısını o saatte. Her zaman çok mutlu olduğunu sanmıyorum ama herkese de açardı kapısını ve tabi sofrasını. İşin kötüsü bizim gibi orayı bu şekilde kullanan belki 100 -200 aile vardı. Tahmin ederim ki 365 günün 200 ünde evlerinde bir ya da daha çok kişiyi ağırlamıştır. Kimseyi kırmadan buna katlanmak hakikaten kocaman bir yürek isterdi demekki bu onda vardı, tabi rahmetli kocası Ahmet dayı da da vardı.

Aslında bir sürü anım vardır kendileriyle. Şu an hatırladığım 1986 yılında sanırım yalnız gitmiştim köye. Ankara dönüşünde köyde boyabat a indim sabahın köründe . Çarşıdan sıcak bir somun ekmek aldım. Yiye yiye halamın evine geldim. O da kahvaltıya yeni oturuyormuş camın kenarında sedirin üstünde. Babamıda yeni kaybetmiştik,epeyce ağlaştık sonra bir kahvaltı ki, kuş sütü eksik. Kendi yaptığı pastırma ve kendi tavuklarının yumurtası ve harika bir yoğurtla, ben o ekmeğin hepsini yemiştim.

Ahmet dayımın vefatı sonrası Zerrinlerle yaptığımız bir boyabat gezisinde halamın midesinden sıkıntılı olduğunu öğrendik ve Ayhan Abi onu Ankara ya getirmemi rica etti. Henüz kanser olduğunu bilmiyorduk. Bana yolda “içime doğuyor bende kötü bir hastalık var ama 2-3 sene daha yaşamak istiyorum” dedi. Hakikaten de kanser teşhisi kondu,ona söylemedik ama o anlıyordu.

Tedavi sonrası Allah dileğini kabul etmiş olmalı ki sanırım 3 seneye yakın yaşadı. Vefatından 2 ay kadar önce boyabat ta ziyaret ettik kendisini, artık iyice kötülemişti. Bize bahçesindeki kızılcık ı silkeleyip toplamamızı ve marmelat yapmamızı söyledi. Bu hoşumuza gitti ama beceriksizdik. O yattığı yerde acıyla kıvranan halam bir kalktı, bir canlandı sanki 18 yaşında. Tıkır tıkır topladı eledi poşetledi. Tekrar halsiz yerine yattı. Biz gözlerimize inanamadık ve hayran olduk azmine.
Birde Ahmet dayımın cenazesini Ankara dan boyabata götürürken benim arabada idi. Metaneti, gözyaşlarını içine akıtması, Çankırı civarında arabayı durdurup misafirlerine ikram etmek için kavun aldırması, parasını ısrarla vererek “Ahmet imin kendi parasıyla ikramı olsun” demesi hiç unutmadığım anılarıydı.

Çoluk çocuğu bu yazıları okuyabilir, kimsenin yanlış anlamasını ve bana kırılmasını istemem ama, bir zamanlar yüzlerce insana kabe olmuş o evin o bahçenin virane gibi kalması, sönmesi herkesin büyük kaybı olmuştur. Birgün elimde sihirli değnek olsa o mekanı eski halinde görmek isterim, içinde Melek halamın artık yaşamadığını bile bile.

Mekanın cennet olsun halacığım, hakkını helal et bana ve herkese, Ahmet dayıma da ilet iyi dileklerimizi.

Mustafa Abim:
Yüreğimin dayandığı yere kadar bende bir şeyler söyleyim bari.

Melek halam ismimi abimle sık sık karıştırır ve o nedenle ‘lan bagı bahri hanginiz’ şeklinde seslenirdi. Tümay ı çok sevmiş ama ona ilk günden itibaren Tuuba diye seslenmişti. Sonra ne kadar düzelttiysek kar etmedi hep Tuuba dedi. Bizde durumu kabullendik.

Hem Ahmet dayı hemde Melek halam Onur’u çok severlerdi. Onun büyük bir aşkla anlattığı uzay hikayelerini hiç sıkılmadan büyük bir dikkatle dinler onunla bir büyük adamla konuşur gibi konuşurlardı.

Bir gün Ahmet dayının tüfeği ile Boyalı ya ava gitmiştik. Sanırım Onur 10 -11 yaşlarında idi. Onur tüfeği omzuna takmış ince memed edasında kostaklanarak yürüyordu.Tabi tüfek her adımda topuğuna çarpıyor Onur un canı acıyor ama hiç şikayet etmiyordu. Tüfeği doğrultup bir kuşa ateş etmek için birlikte tetiğe bastiğimizda tüfeğin geri tepmesi ile ikimizde sırt üstü yere yapışmıştık.

Ahmet dayı bu işten acayıp keyf almış, halimize uzun süre kahkahalarla gülmüştü.Akşamda Melek halam’ın Boyalı köyünde topladığı Cincile mantarları ile yaptığı mantarlı omleti büyük bir keyfle yemiştik.

Halama mantarların zehirli olma ihtimalini sorduğumda bana ‘inekler yiyor’ şeklinde özetlemişti durumu.

Onları çok özlüyoruz. Anmak özlemimizi biraz hafifletiyor mu dersiniz. Kimbilir belki?

Amcam Mehmet Çobanoğlu ve Ailesi

Mehmet Amcam, ailenin en büyük çocuğuydu. Benim Mehmet Amcamın gençliği ve yaşamı ile bilgim azdır. Hatta şu anda üzülerek görüyorum ki, bizde Mehmet Amcamın fotoğrafı bile yok.Not: Sonradan yandaki fotoğraf elime geçti. Ben amcamı bildim bileli sakallıydı, bu halini hiç bilmem.

Mehmet amcamın genelde ciddi, ağırbaşlı ve mesafeli hatırlarım. Zaman zaman güldüğünü görürdüm. Gülmek çok yakışırdı Mehmet amcama ama o genelde ciddi ve mesafeli idi.

Kendisiyle olan ilişkim genelde dini konularda oldu. Ben küçük olduğum için son zamanlarına yetiştim. Ne zaman biraraya gelsek, dini konularda sınava tutardı beni (herkesi yaptığı gibi).
Dini konularda bizi yeterince eğitmediği için babama kızardı. Her fırsatta da kendisi eğitirdi. Bana 32 farzı ezberlettiğini hatırlıyorum. Daha sonra da namaz kılmayı, abdest almayı öğretmişti. Dini konularda, hem babamı, hem dedemi eleştirdiğini hatırlarım. Ama babamla pek tartışmazdı bu konularda.

Küçük bir çocuk veya ergen bir genç için hep dini konularda iletişim kurmak zorunda olduğum için sıkılırdım. Hiç bir zaman kendisiyle eğlenceli birşeyler yapmak, din dışı sohbet etme şansım olmadı. Hatta evlerinde de televizyon olmadığı için sıkılır, orada kalmayı hiç istemezdim çocukken.

Sanırım 1979 falandı. İstanbul’a gelmiştik. Denize girelim diye yola çıktık. Akşam olmuştu zaten. Epey bir yol gittik, orası olmaz, burası olmaz derken florya tarafında bir yerlerde denize ulaştık. Ama akşam olduğu için ben korkuyordum denize girmekten. Meğerse, kimselerin olmadığı bir yeri arıyormuşuz denize girmek için. Böyleydi amcam.

İlk evliliğinden Nazım Amcam, Emine Nenemle evliliğinden ise Saniye Halam, Hüseyin Abim ve Muazzez ablam doğmuş. Köydeyken tomruk taşıma işleri falan yapmış, sonra da İstanbul’a yerleşip kerestecilik işi yaptığını duyardım.Mustafa Abim de hatta ortaokulda falanken, İstanbul’a gelip, amcamın yanında dükkanda çalışmıştı. Kendisinin anlattığına göre, bayağı bir dini eğitim almıştı. Aramızda bu konularda en bilgilisi odur bu yüzden. Belki ticari yeteneğini de bu şekilde geliştirmiştir.

Kendisine ait fotoğraf bulduğumda buraya koyacağım. Fotoğraf desteğini herkesten bekliyorum. (Ek Not 03.07.2007:Çağla’ya teşekkürler, bana fotoğraflar gönderdi, birtek Saniye Halam yok)

Şimdi Nazım Amcam , Hüseyin Abim (Emine nenemle birlikte) ve Saniye Halam İstanbul’da, Muazzez Abla ise Ankara’da yaşıyor.

Esmer Halam

Esmer Halam, Ahmet Dedem’in kızkardeşidir. Sanıyorum ondan küçüktür. aslında hakkında pek birşey bilmiyorum diyebilirim. Kiminle evliydi, kaç doğumlu bilmem.

Bildiğim çocuğu olmadığı ve katarakt yüzünden son yıllarını kör geçirdiğidir. Ben küçüktüm o zamanlar. Gözlerindeki problemi tedavi edebilmek umudu ile Ankara’ya geldiğini hatırlarım. Sanıyorum pek bir çare bulamamıştı.

Ben o zamanlar sanırım 4-6 yaşlarında falandım. Gerçekten de Esmer bir kadındı. Çok yaşlıydı, yüzü buruş buruştu. Ama çok severdim onu, o da beni çok severdi. Nerden konu gelirdi hatırlamıyorum ama “Bana kimse bakmazsa Ahmet’le Ulus’ta dileniriz” falan derdi, ben de buna inanırdım.

Köye gittiğimizde de görürdüm onu. Bizim evin karşısındaki evde otururdu. Allah Rahmet Eylesin.

Not:
Daha sonra Esmer Halam’ın bir öz kızının olduğunu öğrendim. Genç yaşlarda ölmüş, o nedenle ben tanıyamamışım. İsmi Pakize imiş.

Hatta annemin anlattığına göre Koca ebem, babamla evlendirmek istemiş, ancak babamın gönlü annemde olduğu için Müftü’yü kafalamış. O zamanlar babam da hocalık yaptığı için Müftüyle arası iyiymiş. Esmer halamın üvey kızı olan Türkan teyze ile babam süt kardeşlermiş. Babam da bunu kullanarak, süt kardeşi olan Türkan teyzenin kız kardesi ile evlenmesi uygun olmaz dedirtmiş müftüye. Koca ebem üsteledikçe Müftü de “olmaz dedim hanım” diye bağırıyormuş. Sonunda Koca ebem razı olmuş. Zaten Pakize teyze de fazla yaşamamış. Allah rahmet eylesin.

Esmer halamın kocasının eski karısından olan Türkan Teyzeyi hatırlıyorum. Birkaç kere onlarda misafir kalmıştık. O da çok iyi bir kadındı, çok ilgilenirdi benimle. Babamın süt kardeşi imiş meğerse. Onun kızlarından birinin adını da teyzesinin adını vermişler, o da Zahide ablamın çocukluk arkadaşı olmuş.

Dudu Ebemin Ailesi ve Hikayesi

Merhaba,

7. yarışmamızda sorduğum ama cevabını tam alamadığımız sorunun uzun hikayesini burada anlatacağım.

Şadullu köyünden olan Dudu ebem, geniş bir aile olan Battalların kız tarafından torunudur. Dudu ebemin babası ya da dedesi davulcuymuş. Babasının adı İsmail’miş ancak fakir olduğu için daha çok Battallardan diye geçiyor ebemgil.

Sıkı durun, 7.sorumun da asıl hedefi olan ve cevaplanamayan şeyleri açıklıyorum şimdi, okuyunca çok şaşıracak, vay anasına sayın seyirciler diyeceksiniz. Yarışma sonucunda beklediğim asıl cevapları ilk 3 maddede belirtiyorum:

Varan 1: Dudu ebemin annesi tam 9 doğum yapmış.

Varan 2: Bunların hepsi de ikizmiş, evet yanlış okumadınız ikiz…

Varan 3: Bu ikizlerin sonuncusunun birisi hariç hepsi kızmış… Düşünebiliyor musunuz, öyle bir yerde bu kadar kız doğurmak nasıl olur?

Varan 4: Kız çocuk, o zamanlarda ve o yerlerde pek tercih edilmezmiş. Sonuçta evlenip evden giden ve eve bir daha pek katkı sağlayamayan kız çocuklarına gereken önem pek gösterilmezmiş. Buna bir de fakirliği ekleyin. Sonuncusuna gelene kadar sadece 2 kız biraz olsun büyüyebilmiş (güçlü olan canlılar türünü devam ettirebiliyor, doğal seçilim teorisi), diğerleri bebekken bakımsızlık ve hastalıktan ölmüş.

Varan 5: Son ikizlerin birisi Dudu ebem, diğeri topal Yakup’muş. Erkek çocuğu bulunca, Dudu ebemi bi odaya koyup 3 gün ilgilenmemişler, hatta göbeğini bile kesmemişler ölsün de kurtulalım diye. Ben bu yazıyı yazabildiğime, siz de okuyabildiğinize göre Dudu Ebem ölmemiş, onlar da acıyıp bakmaya başlamışlar.

Varan 6: Aile bütün dikkatini topal Yakup’a vermiş. Tabii ki o zamanlar topal değilmiş.

Varan 7: Yeni gelenlerle 4 kardeş iken, büyük kız Fadime daha çocuk yaşlarda, Kaygılı tarafında büyük bir dut ağacından düşerek, Ahmet Dedemin gözü önünde ölmüş (Biraz da şansın olacak hayatta tabii).

Varan 8: Deli Nazif adında, evli barklı biri tarafından göz konan diğer kız Kezban, Karaman Çayında çamaşır yıkarken, atın terkisinde kaçırılmış ve o şekilde zoraki bir kuma olarak hayatını sürdürmüş (Duttan düşen daha mı şanslı dersiniz?). Gariban oldukları için birşey yapamamışlar.

Varan 9: Topal Yakup avcılık yaparmış. Bir arkadaşı ile avdayken, arkadaşının tüfeğinden çıkan saçmalarla kazara ayağından vurulmuş. Zamanında tedavi edilemediği için, Sinop’ta hastanede ayağı kesilmek zorunda kalınmış (Sen o kadar kolla, özen göster, buyur burdan yak).

Varan 10: Fakirlik içindeki ailenin tek kızı olarak kalan Dudu Ebem, biran önce evlensin diye, nasıl olup da ayarlandığını bilmediğim bir şekilde, henüz 8-9 yaşlarında olan Hasan Dedemle evlendirilmiş. Kendisi o sıralarda 17 yaşlarında falanmış. Hatta Hasan Dedemin, gelin alayına katılmak için ağladığını falan anlatırlar. Normalde damatın katılmadığı bu işe, daha çocuk yaşta, sanki başkasının düğününü izler gibi katılmış küçük dedem anlayacağınız.

Varan 11: Dudu ebem Annemi ve Ali Dayımı doğurduktan sonra bir süre çocuğu olmamış. Arada yaş farkı olduğu için, Hasan dedem başka erkek çocuk olmuyor diye (hatırlarsanız ebemin hepsi yaşamayan 16 kız kardeşi olmuştu) başka biriyle daha evlenmek istemiş (tek derdinin bu olduğunu sanmıyorum ama neyse…). Ebem hoca hoca dolaşmış, şansına da Cevat dayıma hamile kalmış o sırada, Dedem de vazgeçmiş yeniden evlenmekten.

Gördüğünüz gibi, Ebemin hayatı da ibretlik bir hikaye. Çok zor bir hayat yaşamış belli ki. O zamanlar kız çocukların değersiz olması (şimdi hepsi başımızın tacı), erkeklerin çeşitli bahanelerle birden fazla evliliği aynı anda yapması, telef olan çocuklar, hepsi de yoksulluk ve cahilliğin sonucu.

Bunları düşününce hepimizin hayatının ne kadar tesadüfi olduğunu bir kez daha şaşırarak görüyorum. Yani hepimizin hayatı, doğduğu anda kapatıldığı ve kendisine bakılmadığı halde buna direnen Dudu ebemin inadına bağlıymış. Şansa bakar mısın? Böyle olmasaydı, Dudu ebem de ablalarının çoğu gibi telef olsaydı, şimdi bizim hayatlarımız başka birisi yaşıyor olacaktı. Garip değil mi?

Kadınların şimdiki durumunun da eskiye göre oldukça iyi olduğunu düşünüyorum. Hele şimdiki çocuklara gösterilen özenin, verilen kıymetin eskisiyle karşılaştırıldığında abartılı olduğunu bile düşünüyorum bazen.

İşte böyle Dudu Ebemin kısa hikayesi.

Cemil (Uçar) Dayım

Yarışma 6′da sorduğum sorunun cevabında da görüldüğü gibi, Cemil Dayım, Babamın teyzesini (Emine) oğludur. Babamın bu akrabaları arasında bize en yakın olanlardan biridir. Eşi de amca kızı Saniye ablam olunca tabii bu ilişki daha da bir yakın olmuş.Bizde genelde anne tarafından gelen erkek akrabalara Dayı denir. Cemil Dayım babamın teyzesinin oğlu olması nedeniyle, biz de Cemil Dayı diye hitap ederdik kendisine.

Ben ilk tanıdığımdan itibaren kendisini çok sevdim. Babamla çok iyi anlaşırlardı. Çok sevecen, dost canlısı biriydi. Kendine has bir konuşması ve gülüşü vardı ki, keyiflenince onunla sohbet etmek ayrı bir keyifti.

Ben en küçük olarak uzun süre çocuk muamelesi gördüğüm için ancak son yıllarda bunun tadına varabildim. Ancak Cemil Dayım genç denecek bir yaşta vefat etti. Şu anda, keşke kendisini daha sık ziyaret edebilseydim diye hayıflanıyorum

Sorumluluk sahibi bir insan olduğu için, çocukları için gece-gündüz çalışıp yeterli bir ev birikimi çocuklarına bıraktı. Keşke çocuklarının mürüvvetlerini de görebilecek, torunlarını sevebilecek kadar yaşasaydı, bunu hakketmişti diye düşünüyorum.

Cemil dayımla benden daha çok görüşebilen Baki abimin ağzından dinleyin bir de:

Cemil Dayı ile ilgili anılarım daha çok 20 yaşından sonraki yılları kapsar. Sanırım babamla bir İstanbul a gidişimizde bizi topkapı garajından alıp evine götürmüştü. Daha sonraki İstanbul seyahatlerimde de hep o bizi bulur ve alır götürürdü. Hatta Mehmet Amca mın hastalığının son aşamalarında bir iş için Antalya dan Ankara ya aktarmalı uçakla gidiyordum, aktarma arasında da 2 saatten fazla vaktim vardı. Bu arada amcamı zişyaret etmek istedim ve Cemil Dayı ya durumu bildirdim. Sağolsun hiç üşenmeden beni havaalanından aldı, amcamla görüştürdü ve geri havaalanına bıraktı. Sorarım kim kime yapar bu iyiliği.

Biz çocukken babamlarla İstanbul’a gittiğimizde babamı çok seven akrabaları onun için kul köle olur ama biz çocuklarını sanki yok farzederlerdi hatta Nesrin’in yorumunda yazdığı gibi “bunu niye getirdin” derler ya da hissettirirlerdi. Buna çok içerlerdik, akrabalarımla ilşkilerimde o zamanlar beni değersiz hisstettirenlerle ilişkilerim bütün olgunluğuma ve iyi niyetime rağmen, bugünkü ilişkilerimede yansımaktadır ne yazıkki. Demekki bundan ders çıkarmalı ve benzer hataları yapmamalıyız.

Bu bahsettiğim türden akrabalarımın aksine Cemil Dayı, bizzat bizimle iletişim kurarak, sevgisini gösterir ve çok değer verirdi. Lazım olan heryerde mutlaka bulunur,inanılmaz derece ince fikirli,kibar, hassas, duygusal, harika bir insandı. Hatta son yıllarında çok hoşgörülü ve affedici olmuştu.Hani derler ya “adam gibi adamdı o” Belki de bu kişiliği yüzünden ne yazık ki çok erken kaybettik onu.Evlendikten ve gözdenin doğumundan sonra da İstanbul ziyaretlerimde mutlaka görüşürdük ve onda kalırdım genellikle. Kendisi o kadar gönlü açık, cömert bir insandıki üst katını da evine katıp gelen misafirlerini en iyi şekilde ağırlayacak rahat ettirecek bir ortam yaratmıştı.

Çocukları ile çok güzel diyalog kurmuştuk. Hepsi çocuğum gibiydi, dertleşirdik. Hani derler ya bir evde hakkında ne konuşulduğunu öğrenmek için çocuğunun sana nasıl baktığına bak diye. Güzel insanın çok güzel huylu çocukları vardı. Tabii bütün bu ortamın doğmasında Saniye ablamızın bizden biri olması hatta onu öz ablamız gibi hissetmemizin tabi onun da bizi öyle kucaklamasının etkisi fazlaydı.

Hastalığının ilk şüphe edildiği ilk tahlillerin yapıldığı günlerde oradaydım. Hatta benim ayrıldığım gün o erkenden kalkıp kan vermeye gitmişti. Onun da bizim de içimize kurt düşmüştü. Daha sonra telefonla aldığım bilgilerle öğrendim hastalığını. Biliyordum oradan dönüş mucizesi yoktu ama Allahtan ümit kesilmezdi. Özellikle Şerife ile çok konuştuk telefonda defalarca. Bu duyguyu babamın komaya girdiği günlerden biliyordum. Biri çıksın iyi bir şey söylesin, kurtulacak desin, doktorlar yanılıyor desin. Bunu demiyenlere bir daha sormazdım. Bende Şerife ye Saniye ablama her konuşmamda böyle demek zorunda kaldım, belki de kurtulur ümidini içimden atmadım.

Ama ne yazık ki hem de İtfaiyeci Ahmet eniştemin cenazesini Boyabat a götürmek için hastaneden aldığımız anda onun kötü haberi de geldi. Ama ben görmüştüm rüyamda hatta anlatmıştım yanımdakilere. Haberi alınca hıçkırıklarımı tutamadım. Boyabat’ta işimiz bitince İstanbul a dönecektim. Ama o kadar yorgun, uykusuz ve moralim bozuktu ki ya trafik kazası yaparım ya da bana da bir şey olur diye korktum ve babamdan sonra ölümüne en çok üzüldüğüm abimin cenazesinde bulunamadım. Ama daha sonra da hiç affetmedim kendimi, ne pahasına olursa olsun orda, çocuklarının yanında onu uğurlamalıydım. Olmadı, kısmet böyleymiş diyelim.

Cemil dayı, dedim ya o kadar ince fikirliydi ki çocuklarının hepsine düşecek kadar ev, kendisinden sonra onların mağdur olmaması için yetecek kada maaş veya para bıraktı, kızların evliliğini, Murat’ın mezuniyetini görmek istiyordu, ne yazık ki göremedi. O da onun kaderiymiş herhalde.

Seni çok özlüyoruz Cemil Dayı, inan senin yerini kimse dolduramaz. Toprağın bol, mekanın cennet olsun.

Murat Uçar
Baki abi bu yazıyı okuduğumda hem çok ağladım hem babam la birkez daha gurur duyup kendime kızdım.Bir başka insanın ağzından insanın babası için bunları duymak o kadar gurur verici ki..

Sağol abi yazdıkların için. Hepsi benim çocukluğuma rastladı. Çok isterdim onunla daha çok vakit geçirip onun tecrubelerini dinlemeyi.Ben onun kadar akrabalarıma bağlı olamadım.

Bunda onun ölümünden önce ve sonra yaşanan olayların etkisi var mı bilmiyorum ama birçok kişiyi görmek gelmedi içimden..

Keşke Ankarada olmasaydınızda ziyaretinize gelebilsem.Ama bu yazdıklarından sonra sana çok daha büyük bir saygı borçluyum..

Ali Dayım ve Naciye Halam

Ahmet Dedem, Hasan Dedemden Babam için annemi istediğinde, Hasan dedem de Ali Dayım’a Naciye Halam’ı istemiş. Böylece başlık sorununu çözmüşler. Hala birisine Dayımla halam evli diyince kafalar biraz karışır. Ali dayım Annemin bir küçüğüdür. Naciye Halam ise babamın bir küçüğü.

Sanıyorum 1960′lı yıllarda bi yerde İstanbul’a göçmüşler. Çocukları Halil, Hasan, Fatoş(Fadime) ve Saim’dir. Fikirtepe’de yaptıkları gecekondunun, Birinci Çevreyolu yapımı sırasında yıkılıp yıkılmayacağı uzun süre konuşulmuştu. Nihayet ucuz kurtulmuşlardı. Ben ilk 1978′de o evi gördüm. Çok güzel bir terası vardı. Dayım ölmeden hemen önce satmış orayı.

Dayım uzun yıllar çeşitli işler yapmış Hastanede çalışmış önceleri, sonra bakkal açmışlar. Anladığım kadarıyla Ali Dayım çalışmayı pek sevmezmiş. Bakkal işini de zamanla Saim Abi’ye yıktığını ve daha çok kahvede oturmayı sevdiğini söylerlerdi.

Naciye Halam ise emekli olan kadar hastanelerde hastabakıcı olarak çalışmış. Anlayabildiğim kadarıyla, ekonomik olarak ağırlıklı olarak Naciye halamın sürekli geliri yardımcı olmuş aileye. Halil abinin üniversite okumasında en büyük katkıyı halamın yaptığı söylenirdi.

Oturdukları evi yapmaları sırasında Mehmet amcamlarla aralarında kereste alışverişi nedeniyle ortaya çıkan anlaşmazlık nedeniyle, amcamlarla pek görüşmezlerdi. Dayım köydeki tarla haklarını da Cevat Dayıma satmıştı. Sonraları ev hakkını da sattı. Hatta bu nedenle araları bozulmuştu, sonra onlarla da görüşmediler.

Ben 1986 yılında istanbul’da staj yaparken halamlarda kalmıştım. O zamanlar evde Saim abim ve ailesi vardı. Fatoş ise, eskiden Halil abinin de kaldığı alt kattaki tek göz odada yatar kalkardı ama sürekli birarada idiler.

Son dönemlerde, sağlıklarına daha iyi geldiği için Karamürsel’e yerleşti Halam ve Dayım. Uzun yıllar orada yaşadılar. Zaman zaman kendilerini ziyaret etme fırsatı buldum. Dayım çok zor bir adamdı. Bizim oraların deyimiyle, biraz “buruk” bir adamdı. Ama Halam iyi idare ederdi onu. Dayım sıkıntılı bir adamdı. Kendisi söylerdi zaten. “Bazen bakıyorum, adam oturuyor denizin karşısına saatlerce denizi seyrediyor. Ben 1 dakikadan fazla oturamam, daralırım” derdi.
Akrabalık ilişkileri için de “Biz beceremedik, siz yapın, bizi örnek almayın” derdi. Bir de hatırladığım şey, solculara kızardı. Halil abi de gençliğinde solcu olduğu için, ona hitaben derdi ki “Madem yoksulu bu kadar seviyorsunuz, maaşının yarısını dağıtın onlara.”

Halam, yuvayı yapan dişi kuş rolündeydi. Dayım çocukları ile de çok iyi geçinemezdi. Halam hep arada kalırdı, ara bulurdu. Yılların yorgunluğu, stresi ve genetik nedenlerle tansiyon ve kalp vardı kendisinde. Nitekim kalbi bu yorgunluğa fazla dayanamadı, 2004 yılında hayta veda etti. Nur içinde yatsın halacığım.

Dayım, halam öldükten sonra biraz yalnız yaşadı. Sonra bakıcı kadınlar buldu ama sanırım onlarla da pek geçinemedi. O da zaten hasta olduğu için, halamın yokluğunda daha fazla yaşamadı, 2007 yılının başlarında vefat etti. Allah rahmet eylesin.

Halil abi Eskişehir de, Hasan abi Bozüyükte, Fatoş ve Saim İstanbul’da yaşıyorlar hala.

Baki Abim:

Dayım ve Halamın İstanbul Fikirtepedeki evleri bizim İstanbulla tanışmamızda önemli rol oynamıştı. Ortaokul ve lise yıllarında zaman zaman babamlarla zaman zaman da yalnız gittim. Yani yaz olupta okullar tatile girince hadi İstanbul a gidelim dediğimizde nedense orası aklımıza gelirdi. Bunda tabi hem herikisininde yakın akrabamız oluşu, hemde Halil ve Hasan Abinin yakın ilgileri ve örnek aldığımız abilerimiz olmaları etkendi.

Özellikle Halil Abi bizlerle çok yakından ilgilenirdi. Mesela alır bizi plajlara götürür ve yüzme öğretirdi. Onun yüzme öğretme tekniği benimkinden daha farklıydı. Çok efendi ve kibar bir adamdı. Trene atlayıp kartal, süreyyapaşa gibi plajlara giderdik. Bizim buralara gidecek paramız yoktu zaten Halil abi çekerdi masrafı, benim tahminim halam dayımdan gizili olarak para desteği sağlardı Halil Abiye.

Sanırım 20-22 yaşlarımdayken gittiğimde dayım bir gün beni çamlıca tepelerinde pikniğe götürmüş ve piknik şartlarında bir ufak rakıyı götürmüştük beraber.

Karamürsele taşınmalarından sonra bir daha evlerinde ziyaret edemedim. Ama o zaman zaman Ankara ya gelirdi ve misafirim olurdu. Sonradan biz ona gidemediğimiz için kırıldı biraz.

Halamın vefatından 15 gün kadar önce Ankara ya gelmişlerdi. Dayım Hastaneden yeni çıkmıştı ve sağlığı kötü görünüyordu. Halam ben bildim bileli bir torba ilaç içtiği için onun durumunu anlayamamıştık. Dayım yaşadığı hastalıktan sonra halam ile karar verdiklerini artık herkes ile ilişkilerinde geçmişi unutacaklarını, herkes ile iyi ilişki kuracaklarını hatta köye bile gideceklerini söylemişlerdi. Ama Ankara dan döndükten 15 gün sonra halamın vefat haberini aldık. Halamı toprağa verdiğimiz gün dayım yine çok kötü görünüyordu. Ben zannediyordum ki bir kaç hafta sonra onu da kaybederiz. Ama o iki seneden fazla yaşadı o hastalığıyla. Bu sürede çevresi ile ilişkileri ne yazık ki daha da zayıfladı, hatta bitirdi. Asla boyun eğmez, eğileceğine kırılmayı tercih eden bir yapısı vardı, bu hiç değişmedi.

Nihayet birgün vefatını duyduk ama cenazesine bile yetişemedik. Ama inanın bunu bile kendi tercih etti. Biz üzülüyoruz ama o şimdi konuşabiliyor olsaydı, “ben böyle olsun istedim”derdi herhalde.

Yeğenim Esin

Esin benim en büyük yeğenim ama daha çok kardeşim gibidir. Aramızda sadece 27 ay vardır ki bu 2 yıl 3 ay falan demektir. Biz birarada büyüdük ilk çocukluk dönemimimzde. Ama okula başladıktan sonra bu sıklık azaldı.

O paylaşamadığımız küçük, kalın camdan yapılmış, kabarık desenli, kulplu fincan da bizim kavga konumuzdu. Esin küçük ve kız olma avantajını kullanır, ağlayıverirdi istediği olmayınca. Benim de olgunluk göstermem gerekiyordu herhalde büyük olduğum için.

Esinin o dönemlerinde çok sevdiği Arap isimli, bastıbacak, siyah beyaz köpeğini ben de çok severdim ama Esin ayrı bir severdi. Onu öper, sarılır falan, büyükler hiç hoşlanmazdı bundan.
Erol eniştemin, onun erkek olmasını beklerken kız olması ve sanırım biraz da kendisinin de daha çocuk olması nedeniyle, Esin’le arası hiç iyi olmadı. Doğumu haber verirken ilk önce erkek diye haber verilmiş enişteme, hastaneye gelince kız olduğunu öğrenmiş. Bu arada yaşı henüz 19 ve Yenidoğan delikanlısı, bozulmuş tabii.

Bu uzun süre devam etti. Esin de bunu hissetti ki, çooookkkk uzun zaman enişteme baba demedi, hep Erol dedi ona. ne zaman bu değişti hatırlamıyorum. Zaten Esin uzun süre çoğunlukla bizde kaldı. Çünkü ablam çok küçüktü, ev işleri, çocuk onu yoruyordu, bunalıyordu muhtemelen. O ara bir de şimdi oturdukları evin inşaatı falan vardı, sonra eniştemin askerliği falan, sanırım çok sıkıntı çekiyordu. O dönemde ölü doğan erkek bebeği de ayrı bir sıkıntı yaratmış olmalı.

Sonraları biraz daha az birlikte olabildik. Zaten artık o da bir abla olmuştu. Artık yalnız değildi ve tek ilgi odağı da değildi.

Derken Üniversite’ye girme zamanı geldi Esin’in. Tembel yeğenim pek çalışmazdı. Ben de yeni Üniversite’ye girmişim, onu çalıştırmaya çalışırdım ama ıııııhhhh. İlk iki sene kazanamadı yanlış hatırlamıyorsam. Bu arada kimse de ilgilenmiyor garibimle. Biz oturuyoruz, sıralama yapıyoruz falan.

Derken 3.sene, sıralama yapıyoruz. Puan aralığını belirledik, yukarıdan aşağıya yazıyoruz tercihleri. 18 tane tercih hakkı vardı 4 senelik yanlış hatırlamıyorsam. Dedim ki son sıraya da Kütüphanecilik koyalım, puanı düşük, hiç biri olmazsa ona girersin. Neyse, dediğimiz oldu (şom ağızlı mıyım neyim), puanı düşük olduğu için onu tutturdu. Sonraları bana biraz sitem etti senin yüzünden oldu diye ama yapabileceğim bişey yoktu. Bir üniversite okumasını istiyordum.
Çünkü kapalı bir çevrede kalmıştı Esin, biraz açılması gerekiyordu. Bence ne okuduğunun pek önemi yoktu o noktada ve zaten başka uygun bir bölümü tutturamamıştı. Belki Ankara dışı olabilirdi ama ona da izin verilmezdi zaten.

Üniversite’nin Esin’e gerçekten de iyi geldiğini düşünüyorum. Ama bu Eniştem’le arasının daha açılmasına neden oldu. Çünkü Eniştem kendi yetişme biçimi, yaşanan çevre Üniversitede okuyan bir kız için zordu. Geç geldin, erken gittin ,kiminle gittin gibi bir sürü sorgu nedeniyle sıkıntı çekmeye başladı bu sefer.

Tutucu bir çevrede yaşayan, 5 kız çocuklu bir aile için gerçekten de çok zordu hayat. Esin de bunun ilk kurbanı oldu. Tüm deneyler onun üzerinde gerçekleşti sayılır. Gerek onun yaşadıklarından öğrenilenler, gerekse kişilik farklarından dolayı Nesrin ve diğer kızlarda problem daha az yaşandı.

Esin de bizim gibi deniz özürlüydü. Eniştemin sudan öcü gibi korkması çocuklarına da sirayet etmiş. Ben okulu bitirince, sattığımız arsadan kalan biraz paramla birlikte Esin’i de alıp tatile çıktım. Bu onunla ilk ve son tatilim oldu. Onun da ilk deniz tatiliydi (1988). Ben de o da yüzme bilmiyorduk. Marmaris ve Fethiye’ye gittik beraber. Biraz uğraştım ama Esin’e su üstünde durmayı bile öğretemedim, çok korkuyordu çünkü. Belki de genetiktir.

Sonra Esin tekrar bizde kalmaya başladı Üniversite’nin son zamanlarında (1993). Hem okula gidip gelmek daha kolaydı, hem de babasıyla yaşadığı çatışmalardan uzaklaşıyordu bu şekilde. Ama yaşadığı ilişki konusunda çok baskı yapıldı herkes tarafından. Biran önce resmileştirmesi ya da ayrılması baskısı onu hızlı bir evlilik kararına götürdü.

Bugün yaşadığı pek çok kötü şeye karşın, her zaman yanında, arkasında olan annesi ve kardeşlerinin de desteğiyle yaşadıklarını atlatıp yeni bir düzen kurmaya çalışıyor. Bunu başaracağından eminim, yeter ki kendisine güvensin.

Ailedeki herkes onu çok sever, herkes destek olur. Hayat ve zaman herkese birşeyler öğretiyor.Ben sevgili yeğenim, sevgili kardeşim, biricik arkadaşım Esin’imi çok severim, 40 yıllık arkadaşım desem yalan olmaz, isterim ki güzel bir hayatı olsun, isterim ki daha çok görüşelim. Gelsin, boğazda ona bir rakı-balık yapalım. Aaahhh be hayat diyelim…

Şu yukarıdaki resimdeki gibi gül hep, babanla danset, yaşamla danset, yaşanan herşeyin güzel taraflarını hatırlayıp devam et. İşte çok sevdiğin Rahmetli Fazlı amcan, işte çok sevdiğin dayıların (en çok beniiiiii) , Bilge’n, kardeşlerin, yeğenlerin, kuzenlerin, yengelerin, hangi birini sayayım. Bunca zenginlik kimde var.

Seni çok seviyorum. Hep yanımızda kal.

Yeğenim Zeynep:
dayım ailedeki herkes onu çok sever demiş ya çok doğru söylemiş … annem anlatır zaman zaman esin ablamı çok severmiş çocuğu olmadığı zamanlarda çocuğum olsa esinden fazla sevemem derdim diye…ilk olmasındandır herhalde esin ablama hiç kıyamaz. ben çok küçükken ankaradayken dışarı çıkacağında falan hazırlanırdı ya saç baş makyaj falan kapıda onu izlerdim çok güzel bulurdum esin ablamı gerçi kendileri hala çok güzeldir.annemden kıskanırdım bazen onu çok seviyor diye ne yalan söyleyeyim.şimdi büyüdük benim gözümde tavrıyla kişiliğiyle hala o çok güzeldir.esin ablacım hayat inşallah hep güzellikleriyle karşında olur .sen bizim bitanemizsin canım ablamsın.

Yeğenim Handan:
Eveeeet bizim Esin ablamız…Daha önceki yazılarımda kendisi ile ilgili her ne kadar organizatördür falan gibi asılsız iddialarım olmuşsa da benim ona yapabileceğim en iyi yakıştırma Savaşçı Ruh’tur. Evet, evet o bir savaşçıdır. Onun savaşları doğumuyla başlamış, dayımın da dediği gibi babasının da henüz çocuk yaşta olmasından dolayı önce babasını kazanmaya karşı vermiş ilk savaşını …(Hala baba diyemez, mümkün olduğu kadar baba demesi gereken durumların içerisinde olmaz, hep yüz yüze konuşmayı tercih eder…) Tabii hayatın ona hazırlamış olduğu zorluklar birbiri ardına gelmeye başlamış… Dayım dediği bağrına bastığı biricik dayısının (Hani en küçük olan) bir küçük fincanı kendisinden esirgemesi neticesi başlayan ikinci büyük savaşını da bir fincan uğruna gerçekleştirmiştir… İşi için(Çünkü memuriyetin bile en yorucu ve yoğun olanı onu bulmuş) eşi için, her şey için yeni yeni savaşlar vermesi gerekmiş yıllarca, yani sizin anlayacağınız hiçbir şeyi kolay elde edememiş… (Bazılarınız hiç kimse hiç bir şeyi kolay elde edemez ki diyeceksiniz ama bazı insanların genele göre daha çok çaba göstermeleri gerekir, Esin ablam bu azınlığa mensup bir kimsedir)Ama o şimdi yeni bir savaş içerisinde “MUTLU OLMA” savaşı. Galiba yaşamı boyunca girdiği en anlamlı savaşı budur, UMARIM BU SAVAŞTAN İYİ BİR SONUÇ ELDE EDERSİN ve YAŞAMININ KALAN KISMINI ÇOK MUTLU GEÇİRİRSİN… Sen inansan da inanmasan da bizlerin de senin adına en büyük isteğimiz budur ve bu savaşında her zaman arkandayız.Seni seviyoruz…